Turgut Özal'ın, ölümünün 50. yılında Atatürk'ü anma toplantısındaki konuşması

Sayın Cumhurbaşkanım,

Değerli Misafirler,

Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 50. yılında Türk milleti olarak ilk defa O’nu yas tutmadan anıyoruz. Bundan böyle her yılın 10 Kasım’ına takaddüm eden birkaç günle, bunu takip eden birkaç günden oluşan haftayı Atatürk’ü anmaya hasredeceğiz. Bu hafta boyunca Atatürk’ün başardığı büyük işleri inceleyip anlamaya, kendisini her yönüyle tanımaya çalışacağız.

Kurduğu Cumhuriyet’in daha 15. yılında, hayatının ise olgunluk çağında Atatürk’ü kaybetmenin Türk milleti için ne büyük bir acı olduğunu, ben de küçük bir öğrenci olarak içimde duydum ve yaşadım. Yasımız kaybımızın büyüklüğündeydi ve acımızın tazeliği içten gelen bir tabiîliğe sahipti. Bugün dahi Atatürk’ün bizim yaşımız kadar yaşamamış olmasının derin ıstırabını kendi benliğimizde hissediyoruz.

Ölümün geldiği anda, belki hiçbir lider Atatürk kadar tarihî misyonunu gerçekleştirmemişti. Ancak bir faninin ömrü, hayalinde ve aklında milleti için taşıdığı misyonu tam olarak gerçekleştirmeye yetecek kadar uzun değildir. Bu nedenle Atatürk’ün ömrü de, mucizevî başarılarına rağmen, rüyasını tamamlamadan kesintiye uğramıştır. Türk milleti için, Atatürk bu bir anlamda bitmesi imkânsız olan sınırsız misyonuyla hangi yaşta ölürse ölsün erken aramızdan ayrılmış olacaktı. Belki de bu vakıa ölümünü takip eden 50 yıl boyunca kendisi için yasımızı tekrar ederek içimizde yaşatmamıza yol açmıştır.

Geçen yarım asırda millet hayatında acı ve tatlı büyük olaylar vuku buldu. Büyük ilerlemeler sağlandı. Ekonomimiz, Atatürk dönemiyle kıyaslanamayacak kadar gelişti. Atatürk’ün hayal ettiği demokratik rejime geçtik. Güçlüklerle karşılaştık. Güçlüklere yenildik. Güçlükleri yendik. Bu arada Atatürk’ü kaybeden genç kuşak olarak olgunlaştık. Tüm milletçe olgunlaştık. Hayatı ve ölümü olgun insanların hüzünlü gerçekliğiyle görmeye başladık. Ölümünü izleyen yılların duygu dolu yası, yerini, giderek bu büyük insanın doğmuş, yaşamış ve başarmış olmasını sağlayan Allah’a sonsuz bir şükür duygusuna bırakmaya başladı.

Şimdi artık Atatürk mucizesini yaratan insanı, insan olarak, ileri görüşlülüğü, zekâsı, dirayeti ve aynı zamanda umutsuzluk ve yılgınlık anlarıyla izlemek, incelemek ve anlamak aşamasına vardık. Buna gücümüzün yeteceğine, buna ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.

Bu hepimiz gibi etten kemikten yaratılan insanın eşsiz macerasını şuurlu bir şekilde bilmek, eserini varlığının her zerresiyle yaratırken geçirdiği tüm istihaleleri hissetmek mecburiyetindeyiz.

Atatürk Türk’ün tarihî serüveninde hayat ve ölümle karşılaştığı benzersiz şartların yarattığı bir liderdir. Taklit edilmesi imkânsızdır. Temennim Türk milletinin yeni bir Atatürk yaratacak duruma bir daha düşmemesidir. Zira hiçbir millet, varlığını bir lidere bu ölçüde borçlu olmamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığı, Türk’ün tarih sahnesinden silinmek üzere olduğu, Türk milletine yeryüzünde hiçbir coğrafi toprak parçasının layık görülmediği bir ortamda Atatürk “Kaderin İnsanı” olarak ortaya çıkmıştır. Kurtuluş, Türk milletinin Atatürk’ün arkasında toplanması ve gerçek anlamda bir hayat-memat savaşı vermesi sonunda başarılmıştır.

Milletin, Atatürk’ün olmaması halinde yok olmaktan kurtulamayacağını hissetmiş olması, O’na karşı duyduğu minnetin sonsuz boyutlarını oluşturmuştur. Bu duygu biraz da lidersiz milletin aczinin de ikrarı gibidir. Böyle bir ortamda Atatürk’ün ister istemez tabulaştırılması, hatta kendiliğinden tabulaşmasını anlamak mümkündür. Oysa Atatürk, “Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir” derken bu vasfın her Türk ferdinde bulunmasını arzu etmiştir. Mümeyyiz vasfı hürriyet ve istiklâl olan bir milletin liderinin, ne denli büyük olursa olsun, insanüstü niteliklere büründürülmesi mümkün değildir. Ünlü konuşmasındaki sildiği satırlarda “Naçiz vücudunun bir gün toprak olacağı”nı söylemesi ve Türk milletinden sadece “unutulmamayı” istemesi, sonra ondan bile vazgeçmesi, onun da ne ölçüde insan olduğunu simgeleyen derin bir tevazu örneği değil midir?

Türk milletinin Atatürk’ü unutması imkânsızdır. Önemli olan O’nu nasıl hatırlayacağıdır. Türk milletinin bugün Atatürk’ten ilham ve güç alarak ulaştığı akılcı aşamada, O’nu tabulardan sıyrılmış bir insan olarak hatırlaması, O’na gerçekten layık olduğumuzu kanıtlayacaktır. Bu Atatürk’ü küçültmez; tersine bir insanın maddi varlığının tüm doğal zaaflarına rağmen ne kadar yücelebileceğini göstermesi bakımından, gerçek boyutlarına kavuşturarak, büyültür.

Atatürk’e böyle akılcı, bilinçli ve gerçekçi bir yaklaşımın yararları çoktur. Herşeyden önce, O’nun büyük değer verdiği Türk Gençliği’nin yaratıcı geleceği böyle bir yaklaşıma bağlıdır. Gençliğimizin, kendisi ve milletimiz için başarılı bir hayat yaratması, bir bakıma, yakın tarihimizin bu büyük kahramanını kendisine örnek alabilmesi, O’nun gibi davranabilmesiyle gerçekleşebilir.

Gençlerimiz kendileri için seçtikleri çalışma alanlarında Ata’larının zekâsı, fedakârlığı, cesareti ve yaratıcılığıyla başarıya ulaşabilirler. Oysa Atatürk’e her sahada insanüstü vasıfların atfedilmesi, böyle bir örnek almaya imkân vermeyecektir.

Öte yandan, Atatürk devrine bugünün şartlarından bakarak çekinmeden eleştiride bulunmak belki her zaman insafla bağdaşmayacak, ancak iki zaman parçasında yaşayan toplumların farklı ihtiyaç ve gereklerini anlamakta yarar sağlayacaktır. Bu durum, biraz da, insan zekâsının tenkit etmeden kavramaktaki zaafının bir sonucudur. Ancak, Atatürk’ün eleştirilmekten korkacak bir yanı yoktur. Zira, O’nun yarattığı eser, Türk milleti ve Cumhuriyeti olarak bizleriz ve bizim kurumlarımızdır. Eleştiriler ise sonuçta O’nun hayaline erişemeyen bizlerin hatalarından ibaret olacaktır.

Böyle bir anlayışla, Atatürk’ün eserine eğildiğimizde görülen şudur: Atatürk yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan topraklar üzerinde yaşayanlarla, terkedilen diyarlardan kaçıp sığınan Türk-İslam unsurlarından bir millî devlet yaratmıştır.

“Ne mutlu Türküm diyene” sözündeki Türk budur. Bu millî devlet, Batı’nın kendine has evrimi içinde oluşan, yani rönesans, reform, Fransız İhtilâli ve sanayi devriminin sonucunda ortaya çıkan millî devletlerin dışındaki ilk örnektir. Bu haliyle içte ve dışta eşi görülmeyen etkilerde bulunmuştur.

Önce yurdumuza bakalım: Osmanlı imparatorluğu yıkılma sürecine girdiğinde önce tüm düşünürleri ve yöneticileriyle ihtişamlı geçmişine dönerek kurtulmaya çalışmıştır. XVII. yüzyılda bu yönde yapılan reformlar, başlangıçta imparatorluğun büyük gücü nedeniyle başarıya ulaşmış gibi görünmüştür. Köprülüler bu devrin başarılı yöneticileridir. Ancak, II. Viyana Kuşatması umutları söndürmüş; Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla sonuçlanan Rus-Osmanlı savaşı ise ülkeyi yol ayırımına getirmiştir. Bu safhada batılılaşmayı kurtuluş için seçen Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na kadar birçok reform gayretine girmiştir. Atatürk zamanında ise en radikal tarzda reformlarla Türkiye âdeta kimlik değişikliği yaşamıştır. On yıl süren savaşların sonucunda bitkin düşen bir toplum 1000 yıllık geleneğini terketmekte fazla mukavemet göstermiyor izlenimini vermiştir. Atatürk’ün büyük kurtarıcı vasfı ve liderliği yeni kurulan rejimin meşruiyetini sağlamıştır. Rönesans, reform, Fransız İhtilâli, demokrasi, sanayi devrimi, lâiklik ve millî devlet âdeta Cumhuriyetin bu ilk onbeş yılına sığdırılmıştır. Ancak, kaçınılmaz olarak yukarıdan gelen bu reformun gerçekleşme tarzı, büyük bir ameliyatın izleri gibi toplumu derinliğine etkilemiştir.

Aynı dönemde, ekonomideki gelişmeler ise şöyle bir seyir izlemiştir: Atatürk’ün İzmir Kongresi’nde ortaya çıkan liberal ekonomik görüşüne rağmen, harap olan ülkedeki üretici güçlerin perişanlığı ve büyük uluslararası ekonomik kriz devlet öncülüğünden başka alternatif bırakmamıştır.

Bu politikalar II. Dünya Savaşı’ndan sonra da her dönemde devam etmiş; KiT’ler, bazı liberal atılımlara mukabil ekonomide ağırlıklarını korumuşlardır. Değişen şartlara rağmen, Osmanlı ekonomisinin özelliği olan müdahalecilik bu kez fiyat, kambiyo ve dış ticaret alanlarında uygulana-gelmiş; müteşebbis, devlet gücünün rakibi olarak muamele görmüştür. Demokrasiye geçildiğinde imkânların ötesinde bölüşümcü populist politikalar sürekli tatbik edilmiştir. Batı’nın evriminde liberal piyasa ekonomisinin oynadığı temel rol unutulmuştur. 1970’lerin buhranlı ortamında bu politikalar iflâsla sonuçlanıncaya kadar tek kalkınma yolu olarak görülmüştür.

Sayın Cumhurbaşkanı,

Değerli Misafirler,

Atatürk’ün dış dünyaya etkisi ise bizim Türkiye’den kavrayabileceğimizin çok üstünde olmuştur. Bu etkinin en ziyade Müslüman ülkelerde gözlenmesi ilk bakışta bir çelişki arzedebilir. Oysa, Atatürk’ün emperyalizme karşı mücadelesi istilâ altındaki bu ülkelerde İslâmın tek umudu olarak algılanmıştır. Bilahare, Cumhuriyetin lâiklik politikasının, bizimle aynı evrimi geçirmeyen Müslüman ülkelerde, başlangıçta hayal kırıklığı yaratması anlayışla karşılanmalıdır.

Müslüman olmayan ve Atatürk’ün mazlum milletler olarak nitelediği üçüncü dünyada ise, Kurtuluş Savaşımız 2. Dünya Savaşı sonrasının dekolonizasyon mücadelesinin şerefli meşalesini oluşturmuştur. Soğuk savaş şartlarındaki Türkiye bu mücadeledeki kendi efsanevî etkisini de tam takdir edememiştir.

Değerli Misafirler,

Bu kısa konuşmamda, Atatürk’ü, eserini, bize ve dünyaya yapmış olduğu olağanüstü etkileri özetlemeye çalıştım. Söylediklerim, söylemek istediklerimin çok küçük bir kısmıdır. Bu kadarı bile, bize Atatürk’ü anarken ne büyük meselelere değinmek zorunda olduğumuzu gösteriyor. Açtığımız yolda ilerlemek için hepimize büyük görevler düşmektedir.

Bu görevleri başarıyla yerine getireceğimizden emin olarak hepinize saygılar sunuyorum.