Mufassal Cermenistân Seyâhatnâmesi

Mufassal Cermenistân Seyâhatnâmesi[1]


Sabahattin Ali

Bismillâhi’r Rahmâni’r-Rahîm

Sebeb-i tahrir-i Seyâhatnâme Sebeb-i tahrir-i Seyâhatnâme

Hudâ-yı dâ'im ül vucûd ve vâcib üs-sücûda hamd-i bî nihâyeden sonra bu seyâhatnâme-i mutavvelenin sebeb-i tahririnin beyânına şürû' edildi. Şöyle ki: Hicrî 1346 ve mîlâdî 1928 senesi evâ'îlinde Yozgad şehr-i şehîrinden, ta'lîm ü terbiyye-i sıbyân ile meşgûl iken, ta'til ta'bir olunan mevsim-i âvâregî nâgihân hulûl edivermekle bu sutûr-ı bi-mâ'nânın muharrir-i pür kusûru Sabahaddin Alî dahi ol medineden heybesini sırtlayup cânîb-i Âsitâneye revân oldu. Dûş-ı za'îfi hamûle-i kesîre nakline müsâ'id olmadığından bir aded sag"ir çantadan gayrı ağırlığını ol mahalde terk eylemiş, ve bilhassa, fazla ağır olduğundan dolayı, borçlarını da alacaklılara bağışlamıştı.

Esnâ-yı râhda birinci konak olarak Engüri belde-i şîrînine konup ehibbâ ve eviddâ-yı kadîme ile sohbet edilegelmekte iken erkân-ı ma'âriften bir yâr-ı kesîr ül-i'tibâra, bir daha Yozgad'a dönmek niyyetinde olmadığmı, dâyinler tarafından da darb edilmek, hattâ fevt olmak bile muhtemel olduğunu söylemiş bulundum. Ol zât: "Ne eylemek niyyetindesin?" deyü su'âl eyledikte: "Hudâ bilir, ammâ Moskov diyârına azm edüp kısmetimi orada aramak arzusundayım," deyü cevâb ettim. Ol zât ise: "Bre amân! Bu akıl kârı değildir. Sen zekâvetmend bir kimesnesin. Dahi bu Devlet ve milletin senden dilediği maslahatlar vardır. Sakın ola ki böyle bir hiffette bulunasın. Eğer Küffâr diyârına gitmekliğin mutlakâ ârzûn ise kolayına bakmak borcumuzdur", deyü bu âcizi gâh itâb, gâh taltif ile bu ârzûsunu bir muddet te'hîre sevk eyledi. Ammâ sair ehibbâ misillü sözünde durmamazlık eylemeyüp bir mâh lehimde olması muhakkak ise de ol tarafta bâdî-i mahcûbiyyet olmamak içün bir mikdar sa'y ü ikdâm eylememizi bir keremnâme ile bildirdi. Biz dahi, yârâna, ehibbâya mâ'lûm olduğu vechile imtihâna duhûl, ve netice-i imtihan lehimizde zuhûr eylemekle yol masârifi için intizâr-ı dînâr ü pul eyledik. Gerçi bu intizâr füzûn oldu ise de netîcede üç yüz lirâ-yı cumhuri gibi bir meblağ-ı mebzûl, bârân-ı rahmet misillü cebimize nüzûl eyledi. Ehibbâ cümlesini bildikleri için tatvîli bî-mâ'nâdır, hûlâsa cümle tedârükümüz tamâm eyleyüp bir ahşam Sirkevi nâmındaki kebîr şimendifer konağında Küffâr-ı hâkisâr diyârına hareket içün cem' olduk. Ol mahalde teşyî'miz içün hâzır bulunan ehibbâ ahvâline dâ'ir yazmak mümkün olmaz, çünki âciz ol esnâda kemâl-i te'essüründen etrafı görebilecek halde olmayup yalnız telâş ile dört cânibe şitâb ile, "olmaya ki bir ehbâbı görmeden hareket eylerim" diye düşünürdüm.

İmdi orada hâzır bulunan cân-ı azîzimden ziyade sevdiğim yârân ile vedâ' bûseleri te'âti eyleyüp dümû-ı te'essür rizân eyledik. Ammâ bu esnâda kendülerine mufassal Frengistân havâdisi dahi vereceğimi va'd eyledim. Kıllet-i bidâ'ama bakmayarak etmiş bulunduğum bu va'd Frengistânda müddet-i ikâmetim olan bir buçuk aydan beri derûnumda bir ukde gibi durup: "Bre kadir nâ-şinâs! Ehibbâyı böyle çabuk mu kûşe-yi nisyâna atacak idin? Kanı onlara mutavvel mektûblar?" deyü beni ta'zib eylerdi. En sonra ol cânibden Pertev Hocanın mektûbu vürûd eyleyüp bu minvâldeki tahti'âları ol dahi tekrar eylemekle bu Seyahâtnâmenin tahririne şürû' edildi. Kemâl-i aczimizden her ne kadar eyü bir eser meydana çıkmayup Ma'ârif Vekâleti unsûru kadar müşevveş bir nesne olacağı vâreste-i iştibâh ise de bilcümle hatâyâmıza nazar-ı afv ile baktıkları müsbet olan ehibbâya irsâlinde bir mahzûr olmadığı neticesi zihnime mülâyim geldi.

Bu ceride,birâder-i cânım Pertev Nilî Molla ile şürekâsı olan Orhan Şâ'ik, Nihâl, Münir, Ekrem Reşîd, Ziyâ, Tahsin mollalar ve Mehpâre isimlü ablamız için tahrir edilmiştir. Ve kırâ'ati mûcib-i sudâ olmamak içün mümkin mertebe lisân-ı sâde isti'mâline gayret olunmuştur. Bir çınpıda çıktığı içün cümleleri arasındaki irtibât bile bir hayli noksan olan bu eser içün mütâli'înden bir daha taleb-i afv eyleyerek Seyahâtnâmenin tahririne mübaşeret kılındı. Hudâ muvaffak-ı bi'l-nayr eyleye, âmîn!


Iztırâb-ı hareket ve vuku'ât-ı râh

Sirkevi konağından mendille sallayup gözleri silerek ayrıldığımızda her ne kadar vatan muhabbeti ile mühesassis olan bahtiyârândan değil isek de de belki altı yedi sene, belki de ilel'ebed göremiyeceğimiz bu memleket içün çeşm-i hakîrimizden bilâ ihtiyâr dümû-i te'essür rizân oldu. Hele Yenikapu'yu geçüp Langa Bostanlarına gelindikte -karanlıkta görünmezdi, lâkin ben hissederdim- girye-i hicrânımız füzûn olarak ehibbâ dest-i i'ânetinde vagonumuza irsâl edildik. Eşk-i te'essürün isâlesinin bî-fâ'ide olduğu hâtıra hutûr etmekle sükûnetle kaderimize tahammüle karar verdik. Bir mıkdâr uyumak bâ'is-i teskin olur deyü uzanmak arzu edildikte rüfekaa-yı kirâm mani' olmağıla - çünkü kendilerine yer kalmıyordu- oturduğumuz yerde acıbâdem kestirmeğe başladık. "Şekerleme kestirmek' ta'biri burada münasebet almazdı. Tatvîl-i kelâm fâ'ideyi hâvi değildir, hulâsa ertesi gün Edirne'yi geçüp Bulgar hududuna gelinceye kadar uykusuzluktan ve soğuktan meflûc bir hâlde kanepelerde kaldım. Ancak Bulgar istasyonlarında Bulgar lokomotifleri geldikten sonra vagonumuza kalorifer dedikleri -bize grö nev'îcâd buralara göre atîk- soba bozması ilsâk edilüp bir mıkdar tesahhum mümkin oldu.

Bulgar memâliki bizim arâzîden farksız olup bir vakıtlar yedimizde olduğu hâlâ izâle edilemiyen âsâr-ı tahrîbden belli idi. Zâten Bulgarlar dahi kabalıkta pek bizden aşağı olmayup yalnız dolap beygiri biri çalışmaları fazladır.

Tiren ilerüledikte Filibe ve saire gibi bir vakıtlar Müslimân ile nemlû olan kebîr şehirler Devlet-i kadime-i Osmâniyyeyi yâd-ı tahassürümüze getirmekte idi. Ahşam üzeri Sofya'ya muvasalat olunup şehir, berâ-yi müşâhede devrân edildikte cümlemiz engüşt ber-dehân-ı hayret olduk. Üç buçuk günlük Bulgar Devletinin gayr-ı mevcûd olan mefâhir-i milliyesi içün rekz eylediği âbidât bilhassa hayretimizi dübâlâ eylerdi. Bu âbidâtın en küçüğü, en zevksizi bizim memlekette rekz edilen âbidâttan kat be-kat lâtif ve heybetlü idi.


Ertesi gün sabahleyin Belgrad şehr-i mu'azzamı göründü. Lâkin bu gecenin ufak bir vak'ası vardır ki hikâyeti münâsibdir. Uykusuzluk gayrı tâ cânımıza tâk etmekle bî-ihtiyâr olduğumuz yerde sallanur, rüfekânın mûcib-i istihzâsı olurduk. Nâgihân zihn-i hakîrânemize bir fikir hutûr eylemekle fevkımızdaki 'porte-bagage'dan bütün bavulları zemîne ilkâ' ederek ol mahalle çıkup bir hâb-ı asûdeye kavuştuk. Tam hâb-ı lâtîfin evâtısında, rü'yâyı sânînin mebâdisinde idim ki, 'portbagaj' istî'ab eylemediği içün, aşağıya doğru sallanan sağ bacağım, emme basma tulumba kolu gibi inüp çıkmağa başladı. Bir hayli müddet mürûrunda gözümü açup doğrulduğumda Sırbiyyeli bir tiren me'mûru olup aşağı inmemi ihtâr eylemekte bulunduğunu gördüm. Kendüsini tersleyüp tekrar yattım ise de ol bî-ebed hâlâ bilmediğim bir lisana söylenür dururdu. En nihayet "bilyet, bilyet!" diye bağırınca zımbalayacak zanniyle biletimi verdim. Lâkin o cebine attığı gibi yürüdü, gitti. Âcizin yüreğini bir evhâm istilâ edüp: "Vay! Bu adam bizim bileti vermezse ne eylerim?" deyü kemâl-i telâş ile doğrulup uyku çeşmime harâm oldu. Hakîkaten herif bileti i'âde eylemeyüp beni tâ be-sabah arkasında gezdirdi. Sırb hududundan Macar hududuna geçerken Macar me'mûrlarına verüp onlar da kemâl-i nezâketlerinden bana i'ade eylediler.

Macar hududunda Avrupada olduğumuzu tamamiyle idrâk edüp etrafımızdaki âsâr-ı umrâna hayran olurduk. Öğleye doğru büyük Macaristan Ovasına girdik. Ta'rîf içün kalem âcizdir, şu kadar söyleyeyim ki tirenimiz en ufak bir yokuş ve inişe tesâdüf etmeden, sağa sola en küçük bir inhirâf bile yapmadan tam altı sa'at mütemâdiyyen hatt-ı müstakim istikâmetinde koştu. Zerre kadar hilâf olmayup bu düzlük dahi cümlemizin ta’accübünü bâdi olmuştur. Sonlarına doğru: “Aman yâ Rabbi! ya sağa, ya sola bir parmak mıkdârı sapalım!” deyü du’âya başlayup en nihayet enfes bir büküntü ile güzel bir istasyona geldik. Peşte’ye muvâsalat olunup bermu’tâd şehir dolaşıldı. Burası da hârikul’âde bir yer olup köprüleri bilhassa mu’azzam şeylerdi. İnsan buraların bir zamanlar yine idâremizde olduğunu tasavvur eyledikçe derununda derin bir hâtıranın sızladığını hisseyliyor. Ertesi sabah erkenden Prag şehr-i şehîrine, ve öğleden sonra da Alman hududunda ilk istasyon olan Dresden’e geldik. Burada gayrı gotik tarzda binalar başlayup kırmızı duvarlı, arduvaz çatılı evler, hep birbirine benzeyen muntazam çam ve kayın ağaçları… Etrafı muntazam rıhtımlı Elbe nehri göründü… Ve ahşam üzeri Berlin dedikleri belde-i nûra dâhil olundu. Evvelki mektuplarımda Berlin ahvâlini bir mıkdâr hikâyet eylediğimiz içün ihtisâr ile bu şehri ta’rîf edecek olur isek: geniş caddelerle büyük meydanları bir yere topla, Berlin şehri meydana gelir, demek münâsib olur; mu’azzam binaları da tabii ilâve eylemelidir… Hele bir mağazası var ki nâmı Wertheim’dır, bir ucundan bakıldıkta öbür ucu görülmez, bir mahalleden kebir bir nesnedir; rivâyât-ı mevsûkaya göre derûnunda 5000 müstahdem mevcûd imiş… Hudâ muhâfaza eyleye! On beş gün mıkdar burada kalup elimizdeki avucumuzdakini bitirince makâm-ı Sefâret bizi merhameten Potsdam şehrine i’zâm eyleyüp: “Çabuk, papağan misâli lisân-ı Alamanı elde edesiz!” deyü tenbîhâtı da nisyân eylemedi. İmdi bir aydır burada ta’allüm-i zebân-ı Cermân ile meşgûlüz. Hudâ muvaffak eyleye!

Der vasf-ı medîne-i Potsdam

Potsdam kelimesi, iştikâkıyyûn-ı zamândan Hayrullah Molla Beyin tefsîri üzere ‘Put’, ‘sedd’, ‘ümm’ kelimelerinden mürekkeb olup, ‘Put’, ma’lûm olduğu üzere kenâ’is-î Küffârda mevcûd Hıristos tasâvîri ile heyâkil makûlesi esnâmdır; ‘sedd’, kapamak, örtmek, setr eylemek; ‘Ümm’, vâlide, burada Meryem Ana mânasınadır. Cümlesi toplu olarak, kübizm üzere, ‘Meryem Vâlide, esnâmı setr eyle!’ demek olur. Bu temennî-i pür ma’nâ elhak müstecâb olup Hudâ-yı lem yezel medîne-i mezkûreyi bir setre-i sefid-i berf ile rûz u şeb setr eylemekte ve bûğ u besâtîn-i mîriyyede mevcûd bilcümle heyâkil dahi örtülmektedir. Ammâ bunun neticesi olan şiddet-i burûdetten bizlerin de bir gün işbu heyâkil misillü incimâd edüp kas katı kesilmeyeceğimiz mü’emmen değildir. Kasaba-i mezkûrenin etrâf ü cevânibini ihâta eden enhâr ile göller tamamiyle buz tutup üzerinde – Hudâ hızf eyleye! – genç Alman kızları ile oğlanları nîm-‘uryan ‘pat bî-nâz’ dedikleri raksı icrâ eylemektedirler. Ve raksın ismine muvâfık olarak ‘pat’ diye yere yuvarlandıkları halde ‘nâz’ etmeyerek kalkup tekrar bir istikâmet-i mechûleye şitâb etmektedirler. Garîbi şu ki: bu acâ’ib raksa bizim rüfekâdan da râgıb olanlar bulunmakta, ve mübtedîliklerinden mütemâdiyyen yuvarlanarak etrâfı kendilerine hande-nisâr eylemektedirler. Derece-i harâret ’ale-l’ekser that es-sıfır on yedi ile on beş arasında raksân ise de ba’zen kemâl-i kereminden taht es-sıfır beşe, altıya çıktığı da vâki’dir. Biz ise bu havalarda dahi mektebimizin râh-ı bürûdet iktinâhına kendimizi terk eyleyerek tahsîl-i ilm içün ferâgat-i nefsin mertebe-i kusvâsına varmaktayız.

Hayât-ı pür ıztırâbımız hayli yeknasak mürûr eylemekte ise de ara sıra değişiklikler olup bunların en mühimmi ‘Weihnacht’ dedikleri Noel yortusu ile yılbaşı idi. Yılbaşı gecesini burada hikâyye eyleyerek bu seyâhatnâmeye de nihâyet verelim.

Vukunât-ı leyle-i sene-i cedîde

Ol gece bir mes’ele-i mühimmeyi müzâkere içün Berlin’e, sefâret cânibine revân olmuştum. Sâ’at zevâli dokuz raddelerinde oradan çıkup Potsdam’a avdet eylemekte idim ki bilcümle kahvehânelerin, harâbâtların haddinden fazla memlû olduğunu görüp tahayyür eylerdim. İstasyonda bir âşinâya sorup: “Nısf ül-leylde vâkı’ olacak sene-i cedîde â’id hazırlıktır,” cevabını alınca zinhâr böyle işlerle alâkam olmadığından kemâl-i isti’câl ile kariyye-i Potsdam’a avdet eyledim. Lâkin, medîne-i Berlin ile kariyye-i Potsdam arasındaki mesafe vâfir mıkdarda uzun olduğundan tam Çârşû-yı Potsdam’da, kemâl-i te’eddüble hâneme revân olurken bilcümle deyr ü kenâ’is-i Küffârın nâkuusları velvele-endâz olmağa başladı. Ammâ ne velvele!.. ta’rîfi kalem ile edilmez, bir adet ‘Sahibinin sesi’ gramofon lâzımdır. Bu çanların akabinde mesâkin, ticaretgâh makûlesi yerlerin cümlesinin bâbları küşâde edilüp Kasaba-i kebîrenin zükûr u nisâ bütün tâ’fesi nîm-üryân, eşkâl-i garîbede, mest-i şarâb olarak hurûc eyledi. Âciz de, âdâb-i Frenge kesb-i vukûf ile tezyîd-i ma’lûmat eylemek ârzûy-i ulvîsiyle bu gürûha iltihâk eyleyüp esvâak-ı bî-nihâyede geşt ü güzâra mübâşeret eyledim. Ammâ bir manzara idi ki Yevm-i Kıyâmet misâl… Ve lâkin bir duhterler dolaşur idi ki insan bu manzara-i Kıyâmeti Cennet zann eylemekten kendini men’ eyleyemez… Havâî fişenkler, mâhtâblar, gûnâ-gûn el’âb-ı nâriyye semâ’yı berf-efşânda halezûnlar resm eyleyüp zemîne, karlara sukuut eylemekte, orada da bir müddet yanarak civârında dolaşan kesânı kırmızı, yeşil renklerde gösterüp pür hayâl bir âlem-i dîger manzarası vermekte idiler.

Asîl ül-â’ile oldukları vaz u etvârlarından, kisve-i kibârânelerinden, çehre-i melîhlerinden ayân olan duhterân-ı belde dahi mest ü bî-hûş, pür-kahkaha, üryân kollarını âheste âheste rizân olan kara verüp dolaşmakta idiler. Şehir delikanlıları, bunları, her karşılaştıkça sene-i cedîde şerefine, feryâdlarına bakmayarak birer kerre bûs eyleyüp bırakurlardı. Ammâ onlar şiddet-i mestîden pek farkına varmazlar, lerzân bacaklariyle bir az sonra diğer birinin âğûşuna düşerlerdi. Ba’zıları fazla feryâd eyledikleri zaman ortalıkta dolaşan polisler sükût eylemesini emr eyleyüp o, kendisini yakalayan ferzendlerden şikâyet edecek oldukça arkalarını çevirirlerdi.

Bu manzara hamiyyet-i islâmiyyeme dokunup bu duhterlerin vech-i dilberleri gibi kalblerini de pâk, münevver eylemek, hikmet-i islâmiyye, fazâ’il-i ahlâkıyye ile memlû kılmak isteyüp irşâda muvâfık kimesne taharrî eylemekte idim ki cânib-i yesârımda andelîb misâl bir sedânın “sene-i cedîde mübârek ola!” me’âlinde bir cümle sarf ettiğini gûş eyledim. Dönüp baktığımda kehrübâ misâl kumral saçları, la’l misâl lebleri, bu leyl-i pür-nûrun envârından daha ışıldak gözleriyle etrâfa hande-nisâr olan bir hûrî olduğunu gördüm. Ol benim bu dikkatli nazarım altında tekrar tebessüm eyleyüp sene-i cedîdemi bir dahi tebrik ile dest-i nâzikini uzattı. Yanında bir refika-i melîhası dahi var idi. Onunla da bir musâfaha-i biraderâneden sonra birlikte yürümeğe devâm eyledik. Ben esnâ-yı râhda Allâhü te’âlânın irşâd içün bana böyle bir hüsn-i bî-bahâ göndermesinde hamd eyliyor, elbette kalbi dahi çehresi gibidir, diyordum. Çehresi ise âcizin Der-i sa’adette mevcud olan yâr-ı cefâkârına, ma’şuka-i nâ-âşıkasına hayli müşâbih olup bu hâl dahi derûnumu bir tuhaf eyler idi.

Sükûtun münâsib olmayacağını teyakkun ile kelâma mübâşeret eyledim. Lâkin mükâlememiz istimâ’a şâyân olup ben ezberlediğim bir kaç cümleden mâ’adâ bilmezdim, ol dahi Almancadan gayrı lisâna âşinâ bulunmazdı, bu lisânı dahi sâ’ika-i mestî ile bir hoş telâffuz eylerdi… Biz gayrı, lisân-ı hâl, kelimât-ı Franseviyye ve sâire ile idare eyledik. Âciz, laf olsun deyü, ilk def’a Frenkçesi “was ist das?” olan: “Bu nedir?” cümlesini savurduğumda “Bu yeni sene değil mi ya?..” deyü güldüler… Ol esnâda, kendisinin kesret-i küûlden sallandığını görüp, hemen kolunu alup kendime ittikâ ettirdim, tâ ki Küffâra dîğer-endîşî-i Türkîyi ayân kılam. Ol dahi, arkadaşı ile yürümeğe başlayup, hem yürür, hem konuşurduk. O bir çok mutavvel lâflar etti ise de ben anlamayup şöyle dedim: “Anlamıyorum ki bunları!” Cevâb etti: “Siz ecnebî misiniz?” “Evet, ecnebîyim.” “İtalyan mısınız?” “Hayır, Türküm.” Bunu yanımızdan geçerken duyan bir zâbit hemân boynuma sarıldı. Beni bırakmayup “Biz beraber harb eyledik” me’âlinde olan şu cümle-i Frengiyi vird eylerdi: “Wir kriegen zusammen!” (Zâbitin söylediği bu fiilin mâzîsi idi. Ammâ ben Almancayı daha o kadar derin öğrenemedim. Böyle kayd ediyorum. Orhan Ağabey yanlış demesin.) Ve dahi yanaklarımı bûs ederdi. Bu bir şey değildi, ve lâkin, sırf irşâd ve ikâz içün yanımda gezdirdiğim iki duhter-i pâki de der-âgûş ile birer bûse-i pür-velvele aldığında gayr-ı ihtiyârî kelime-i şahâdet getirdim. Bir mıkdâr daha yürüdükte artık zamân-ı irşâdın geldiğini anlayup evvelâ küûlun mazarratından bahs eylemeğe niyyet edüp dedim:

“Siz çok alkol nûş etmişsiz.” (Çünkü alkolden gayrı müskirâtın Frenkçe isimlerini bilmezdim. Her şeyden evvel öğrenmek icâb eylerdi, ammâ vakıt müsâ’id olmadı.) Ol cevâb edüp:

“Yok! Bir az almışız,” dedi.

“Fakat alkol içmek eyü değildir.”

İkisi birden bir hande edüp koluma daha yaslandılar. Nihayet, sarı saçlı olan ve benimle evvelâ görüşen âfet-i devrân etti:

“Biz sallanmazız, bî-hûş değiliz… İçtiğimize kandan hükm eylersin?”

Dedim: “Aman letâfetlüm! Fem-i lâtifinizden çıkan râyihadan bildim.”

“Sahih değildir,” dediğinde, isbât-ı müdde’a içün:

“Hoh der misiniz?” dedim. Ol bana dönüp “Hoh!” dedi. Lâkin şiddet-i burûdetten şâmmem dumûra uğradığından: “Az takarrüb eyleyesiz,” dedim. Ol yaklaşup, aramızda dört parmak mesâfe kaldığında bir dahi “Hoh!” dedi ise de ben yine hisseylemeyüp az daha sokulmasını rica ettim. Lâkin fâcire-i mel’ûne bunu sû’i tefsîr edüp haddinden fazla takarrüb eylediğinde fakîre müddet-i hayâtında işlememiş olduğu günâhı işletti. Ba-dehu, kâfî değilmiş gibi, hicâbından al al olan ruhlarımı bûs edüp, bilâ te’eddüb bir kahkaha dahi attı. Arkasından hafif hafif kulağıma sokulup: “Yeni sene pek güzel, değil mi?” deyü su’al eyledi. Fakîr ise kemâl-i te’essürümden kısık kısık: “Pek güzel, ah!…. Pek güzel!” deyü cevâb ettim. Bir müddet dahi gezindikte gayrı vakıt ilerleyüp hanelerine ayrıldılar. Esnâ-yı müfârakatta, bu ahşam ikmâl edilemeyen vazife-i irşâdı itmâm içün bir dahi nerede buluşacağımızı su’âl eyledim. Onlar dahi şehrin kenârındaki kebîr Katolik Kilisesinde ertesi ahşam hâzır olacaklarını va’d eylediler. Ben hâneme gidüp bir hâb-ı lâtife müstağrak oldum...

Ertesi gün ahşam üzeri ol ibadetgâh-ı pür dalâle gidüp kar altında taht es-sıfır on beş derecede beklediğim halde onlara müsâdif olamadım. Belki dâhil-i deyrdedirler, deyü içerü girmek istedim. Âdâb u erkân-ı Nasârâya vâkıf olmadığımdan önümden giden bir ihtiyâra teba’iyyet eyledim. Anınla berâber mâ-i mukaddese parmağım daldırup istavroz ihrâc eyledim. Diz üstü gelüp Hıristos’a du’a eyledim. Bunları hep ol bî-dînleri dîn-i hakka imâle içün yaptığımı düşündükçe bir hayli müsterîh olurdum. Lâkin dâhil-i deyrde envâ’-i ibâdât ile mu’azzeb olup taganiyyât-ı hıristianiyyede pes perdeden iştirâk eylediğim halde bir dürlü ol hatunlar müsâdif-i nazarım olmazdı. Hengâm-i hurûcda herkesten evvel kapunun yanında gidüp çıkanları birer birer tedkik eyledimse de tesâdüf eylemek mümkin olmadı. Ol zaman, mel’ûnelerin niyyet-i hayr-hâhânemi istişmâm eyleyerek da’vete icâbet eylemediklerini, ta’bir-âmiyanesiyle ‘atladığımı’ hissettim.. Ammâ te’essürüm füzûn olmadı, çünki dîn-i mübîn-i İslâm içün bu denlü cihâdlar yapılup kahramanlıklar gösterilür, canlar erzân kılınurken bir müddet ayazda beklemekle, bir mıkdâr tekeffür etmekten ibâret olan benim gazâm tabii hâ’iz-i ehemmiyet olamazdı. Hudâ’yı lem-yezel günahlarımdan bir kısmını bu gazâ içün nisyân eylerse ne mutlu!

Bu vukuu’âttan berü Potsdam kariyyesinde şâyân-ı kayd vak’a görülmediğinden Seyahâtnâme’miz böyle resîde-i hadd-i hitâm oldu.

Sadaka’llah ül-’azim

İhtar: Bu cerîde-i bî-i’tibârın kimlere kırâ’at ettirilebileceği yalnız Pertev Nailî Mollanın re’yine terk edilmiştir. Ve dahi bu sahifelerin arkası boş olduğundan ol mahalle not yazılup resim yapılmasının men’i de yine kendisine mevdû’dur. Âciz, bu işin sonradan farkına varup kâğıd ziyân eylediğini anlamışsa da iş işten geçmişti.

Bu Seyahâtnâme’nin on üç sahifede hitâm bulduğu şimdi müsâdif-i nazarımız oldu. Lâkin Efendilerimiz Nasâradan olmadıklarından teşe’üm buyurmazlar.

15 Kânûn-ı Sânî 1929

  1. Cermenistan Seyahatnamesi Onk Ajans aracılığıyla Filiz Ali'nin izniyle yayımlanmıştır.