Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi

(Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi sayfasından yönlendirildi)

Hikaye :

Birdenbire sönen
kandilin hikâyesi


  Naşir, tesadüfen bulduğu bu eski el yazısının nerede ve ne zaman yazıldığını tayin edememiştir:
  Hasta sinirlerim için tavsiye ettikleri bu tenha ve âsude havalide uzun bir akşam gezintisinden dönüyordum.
  Sıcak bir son bahar gününün nihayeti idi. Gecenin yaklaştığını gören tabiat serin bir nefes almak için kımıldıyordu.
  Biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlıyarak uzanan patikaya giderken karşı tepelerin birinde yüksek bir bina gözüme ilişti.
  Perdesiz pençerelerine akseden güneş ona kırmızı gözlü bir canavar şekli veriyordu; ve yıkık duvarlı bir bahçenin ortasında harap bir kaleyi veya bir malikâne bakayasını andıran hazin bir ihtişamı vardı.
  Vakıtın daha erken olduğunu düşünerek bu binayı yakından görmek arzusuna kapıldım.
  Kurumuş tarlaların ortasında yürüdükten, hafif bir sırtı tırmandıktan sonra yarısına kadar açık duran paslı bir demir kapıyı geçtim, aralarından otlar fışkıran çakıl döşeli yoldan yürümeye başladım. iki tarafımda vahşileşmiş ağaçlar, artık birer tümsek halini almış eski çiçek tarhları vardı. Kuru bir havuzun kenarında devrilmiş mermer saksılar duruyordu. Ve onların arasında nasılsa kalmış olan beyaz bir kasımpatı buraları örten siyah bir perdenin üzerinde maziyi görmek için bırakılmış bir delik gibiydi.
  Yanına yaklaştıkça insana sebepsiz bir ürkeklik veren binanın hiç bir mîmarîye uymıyan acayip bir tarzı vardı: nısıf kutru altı metreyi geçmiyen bir üstüvane şeklinde epiyce yükseldikten sonra birden bire daralıyor ve böylece kule gibi bir miktar daha uzanarak üzeri camekânlı küçük bir kubbe ile nihayet buluyordu. Kaidesini kalın bir taş çenber kuşak gibi ihata etmekte idi. Ve bütün bina bu halile eski bir yağ kandilini andırıyordu.
  Tam kapının üstündeki odanın dışarıya doğru cumba şeklinde yaptığı bir çıkıntı da bu kandilin kulpu idi.
  Binanın niçin bu şekilde yapıldığını ve sonra hangi cehennem nefesinin buralarda estiğini tahmin etmek imkânsızdı. Keskin bir bıçakla açılmış hissini veren ince uzun pencereler, korkutucu bir karanlıktan başka hiç bir şey ifşa etmiyorlardı.
  Taş çenberin üzerinde oyulmuş bir kaç ayak merdiveni çıkarak paslı, çivili, büyük kapıya geldim. Senelerdenberi insan eli dokunmamış zannedilen çürü­meye yüz tutmuş tahtalara yaslandım.Yarı yerine kadar batan güneşin sararmış çayırlara ve küçük bulut kümelerine — birer yılan dili gibi — kıvırarak uzat­tığı son kırmızı ışıkları uzun uzun seyrettim. ⁠⁠⁠
  Etrafımda hiç bir hareket yoktu. Kertenkeleler bile yosunlu taşların üzerinde akşamın alaca karanlığına bakarak yavaş­ça ilerliyorlardı. Yalnız ıslak tahtaların güneşte çıkardıkları sese benziyen bazı çıtırdılar vakıt vakıt duyulmakta idi.
  Gittikçe koyulaşan sükûnetin içinde derin bir kuyuya muntazam fasılalarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işit­tim. Evvelâ istikametini tayin edemediğim bu gürültünün biraz sonra evin içinden geldiğini anladım.. Sesi, aynı muntazam fasılalarla mütemadiyen yaklaşmakta idi. Nihayet büsbütün vuzuh kesbederek taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlara inkılâp ettiler ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular.
  Doğrulmuş, korku, merak, hayretten ibaret bir halina haliede kas katı kesilmiş­tim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat —ufak bir gıcırtı bile yapmadığı halde— kapının yavaşça açıldığı ve soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalıyarak dağıldı­ğını hissettim.
  Şiddetle döndüm... Ve o zaman akşa­mın sür’atle artan karanlığı arasında bu taş kulenin esrarlı sakiniyle karşılaştım; bu, büyük bir baştan, — kadit halinde bir vücudun üstüne konulmuş — büyük ve kırmızı bir kafadan ibaretti. Bir cehen­nem nebatının elyafına benziyen kıp kı­zıl saç ve sakallarının arasında, beyaz fa­kat saçların renginde çillerle kaplı bir deri görünüyordu. Ve bunların hepsini çü­rümüş bir meyvenin donuk rengi bir toz tabakası halinde örtmekte idi.
  Ve sonra gözleri... Kırmızı çilli kapak­lar arasında, bir gıranit yosununa benzi­yen soluk yeşil gözleri vardı... Derin ve karanlık çukurların nihayetinde birer mah­zen kapağını hatırlatan bu gözler, hiç ama hiç birşey ifade etmiyorlardı...
  Sırtında siyah, resmî ve harap olmuş bir elbise ve ayağında eskimiş rugan po­tinler vardı. İnsan onu bir cenaze dönü­şünden sonra hiç soyunmıyarak senelerce ayni halde kalmış zannedebilirdi. Ve şim­di kuru vücuduna bol gelen bu siyah es­vaplar ona bir korkuluk mahiyeti veri­yorlardı.
  Elini bana doğru uzattı. — Ah... Bu, dünyada gördüğüm şeylerin belki en korkuncudur —. Bu da aynı kırmızı çilli, çü­rük beyaz deri ile kaplı idi; ve bir insanınkinden ziyade, ince bir eldiven geçiril­miş bir iskeletin eline benziyordu. O ka­dar zayıf; o kadar hayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek farkedilmiyen siyah bir ceketin kolundan fırladığı için üzerime muallakta imiş gibi geliyordu.
  Omuzuma bir gece kuşu gibi kondu­ğu zaman haşiyyetle bağırdım ve silkin­dim:
  “Ah, ne istiyorsunuz?..
  Fakat bu el, bu kadit el oraya bir yengeç kıskacı gibi yapışmıştı. Ve o sü­kûnetle eğildi, göğsünden değil yalnız ağ­zının içinden gelen hafif bir sesle bana sordu:
  “Siz birdenbire sönen kandilin hikâ­yesini biliyor musunuz?..
  “Hayır, dedim, oh... Hayır!
  “Öyle ise geliniz!.
  Mukavemet etmek mümkün değildi. Parmaklarını omuzuma batırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtıyordu...
  Ayaklarımızın altından kayan bir ze­mini geçerek minarelerin esrarlı merdi­venlerini andıran dar ve taş merdivene tırmanmağa başladık; korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde halinde his­setmemiştim...
  Karanlık, bir gece kuşu kanadı gibi yüzüme sürünen, kokusu beynime kadar işliyen bir karanlık vardı; etrafımızdaki duvarlardan biz yürüdükçe dökülen sıvala­rın gürültüsü adımlarımızın boğuk sesine karışıyordu.
  Ve ben bütün korkuma rağmen ne­rede ve nasıl biteceğini bilmediğim bu merdiveni kıvrıla kıvrıla çıkıyordum... San­ki onun parmaklarından benim omuzuma geçen bir irade beni sevkediyor, ayakla­rımı daracık basamaklar üzerinde — ona yetişmek için — çabuk çabuk hareket­ ettiriyordum.
  Her kata yaklaştığımızda beni sürükliyen adamın evvelâ karışık saçlı başı belli oluyor, sonra hafif bir aydınlık yavaş yavaş bütün vücuduna yayılıyordu. Eyvah... Gece, bu merdivenlerden çok aydınlıktı.
  Her katta yarısına kadar açılmış oda kapıları vardı, bomboş odalara açılan kapılar... Ve dar pencerelerden nur halinde giren gece, bu kapılardan bize kadar uzanıyordu. Ve pencerelerin dışında silûet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağlar... Hayat ve ziya âlemi vardı. Ben bu yarım aydınlığın verdiği cesaretle ona soruyor­dum:
  “Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?..
  Eğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak yavaşça tekrar ediyordu:
  “Siz birdenbire sönen kandilin hikâyesini okudunuz mu?..
  “Hayır!..
  “Pek alâ yürüsenize!..
  Parmaklar etlerime büsbütün geçiyor, bir külçe halinde tekrar sürükleniyordum...
  Bu sefer de merdivende evvelâ başı kayboluyor, önümde, siyah ve geniş pan­tolonun içinde kuru bir dal gibi duran ve basamakları çabuk çabuk atlıyan iki ayak kalıyordu... Sonra yine o mayi halindeki karanlık, yine kopup düşen meyvaların haykırışı, ayak seslerimiz ve hep­sinin yerden toprak altından gelen bir feryat halinde yaptıkları korkunç uğultu...
  Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor; kapılar yarı açık boş odaları, bıçak yarası gibi ince uzun pencereleri, ve artık tepelerindeki birkaç yaprağı farkedilen siyah ağaçları tekrar görüyordum. Her katta, daha kuvvetsiz olarak dudaklarım kımıldıyordu:
  “Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?,,
  Fakat cevap hep aynı idi:
  “Siz birdenbire sönen kandilin ne ol­duğunu biliyor musunz? O halde yürüyün!.»
  Cehennemî çıkış tekrar başlıyordu.. Nihayet nerede olduğumu, ne kadar zaman­dır bu yükselişin devam ettiğini, hatta kendimi bile büsbütün unuttuğum bir za­manda birdenbire durduk... Önümdeki adam, eliyle bir kapağı kaldırdı ve oradan girdik.. Kapağı tekrar kapamak için omu­zumu bıraktığı zaman derin bir rü­yadan uyanıyormuş gibi oldum ve etrafı­ma baktım..
  Burası yuvarlak bir odaydı ve kule­nin en tepesinde olduğunu tavandaki camekânlı, küçük kubbeden anlıyordum.. Oda ötekilerin büsbütün aksine olarak çok güzel döşenmişti... Karanlık duvar kenarlarında muhteşem koltukların göl­geleri belli oluyordu. Tam camekânlı kubbenin altında, yani odanın ortasında yuvarlak bir masa ve onun üzerinde ha­reket etmiyen bir alevle hafif hafif ya­nan bir yağ kandili vardı.. Aynen içinde bulunduğumuz binanın şeklinde bir kandil...
  Uzaktaki köşede, içersinde biri yatıyormuş gibi kabarık duran bir yatak var­dı. Bana nazaran mail olduğu için kimin yattığını göremiyordum. Dayanılmaz bir merakın dürtmesiyle yaklaştım...
  Ve orada yatanı gördüm... Gördüm... Ve boğazına şişler sokulan bir hayvan gibi feci bir çığlık kopardım...
  Orada bir iskelet yatıyordu... Kuru­muş ve siyahlaşmış etleri yanak kemiklerine yapışmış ve sarı saçları çürük bir yastığa küme küme yığılmış bir kadın is­keleti.
  Bu anda kırılan bir camın şangırtısını andıran bir kahkaha kulağımın dibinde patladı. Siyah elbiseli adam:
  “Pek mi korktun?. diyordu, niçin, niçin korkuyorsun?.. Senden, yani hayat­tan büsbütün ayrı bir şey diye mi?.. Fakat bu aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki?.. Hiç!.. Bak... Eğil de bak... Bu dişler yok mu... Bu mun­tazam dişler... Oraların arasından şimdi bizim konuştuğumuz şeylere hiç benzemiyen ne tatlı sözler çıkardı bilsen.. Düşü­nüyor musun ki bakmaktan ikrah ettiğin bu dişleri görebilmek için onun tebessüm etmesi nasıl sabırsızlıkla beklenirdi? Tah­min edebilir misin ki buğazına dolanarak seni boğacakmış gibi korktuğun bu saçların güneş altında ne hayat dolu parlayışları vardı?.
  Hem bu kadın benimdi. Şu ellerim, sana lâf söyliyen ağzım nasıl benimse o da öyle benimdi, fakat biliyor musun kol­larımın arasından sıyrılıvermesi ne kolay oldu. Onunla aramızda hiç bir mesafe yoktur. Bizim onun haline geçivermemiz için bir sebep bile lâzım değil. Ve bu iskelet bize o kadar yakındır ki ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz olmalıdır.
  Şimdi sedası pirinç havan gibi ötüyordu. Sanki bu adamın boğazında bir perde vardı ve bazen içinden şiddetle gelen sedalar bunu kaldırarak kulaklarını çınlatıyor, sonra şiddet azalınca perde tekrar düşerek sesler bir duvar arkasın­dan söyleniyormuş gibi kısılıyordu.
  Verecek cevap bulamamaktan doğan bir ürkeklikle sordum:
  "Sizi bu kadar sarsan fakat hakikata yaklaştıran bu ölümün sebebi ne idi.» dedim. Nesi vardı?
  “Hiç, diye cevap verdi, hiç bir şeyi yoktu, senin kadar hayata merbut, bu taş bina kadar sağlam, —eliyle camekân kub­beyi işaret etti — ve şu yıldızlar kadar nurlu ve zarifti. Saadeti eramızda bir alev gibi hissediyor, bu alevden ısınıyor ve aydınlanıyorduk»... Fakat...,,
  Ses yine — uzaktan geliyormuş gibi — yavaşlayıverdi.
  "Fakat biliyor musun o kuvveti ki, hiç bir şeyi eksik olmıyan yağ kandillerinin alevlerini çekip alarak onları birdenbire karartır?.,,
  Ne demek istediğini anlamıyarak yü­züne baktım.
  "Gel.» dedi, seninle birdenbire sönen kandilin hikâyesini okuyalım. O zaman bu kadını hangi ölümün götürdüğünü anlıyacaksın!»...
  Orta yerdeki masaya doğru yürüye­rek orada, kandilin önünde açık duran siyah kadife kaplı ince kitabı aldı:
  "Bunu, dedi, yanımızdaki kadının yüzlerce sene evvelki ecdadından biri yazmış.
  Geniş bir kanapeyi masanın kenarına sürükledi, üzerine yan yana oturduk. Ve ben kurumuş yapraklar üzerindeki sarı ve kalın sahifelerde eski fakat keskin bir el yazısını, gözlerimi ara sıra uzaktaki iske­lete çevirerek ve yanımda — başına akse­den kırmızı ışıkla akşamı seyreden bir isfenks gibi sakit duran — adama bakarak merak ve sonra hayretle okudum:
  "Yüzlerce eser yazdım. Her eserime kalbimin veya dimağımın bir parçasını koyuyordum.» Ve bunlar hakikata çok yakın şeylerdi.» Fakat hiç bir yazımda bizzat hakikatin bulunmadığını biliyordum. Her güzel yazan gibi idim: Konuştuğum şeyler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lüfların değiştirilmiş şekilleriydi..
  Halbuki ben, kulaklara aşina olma­dıkları şeyleri söylemek, göz hudutlarının maverasına geçmek istiyordum.. Ve bunun için çenemi kollarım vasıtasıyla dizlerime vasleder, gözümü yere veya ufka çevire­rek gördüklerimin daha arkasındaki şey­leri de bilmek isterdim..
  Fakat toprağın müstehzi bir sükûtu, ufkun lâkayt bir firarı vardı..
  Bana: "Senin gözlerin, diyorlardı, açık bıraktığımız şeyleri görmek için bile çok küçük ve zayıftırlar, sakladığı­mız hakikatları nasıl bir cesaretle anla­mak istiyorsun?.
  Fakat ben arıyor, mütemadiyen arıyordum... Yine bir gün odamda, masamın başında çenemi defterlerime dayamıştım, beyaz kâğıtların üzerine yayılan sakalla­rımın kıvırcıklarına bakıyordum, istiyor­dum ki bu beyaz tellerin her biri ince bir kalem olup bu sahifeleri bugün şeylerle doldursunlar... Ve ben... On­ları ilelebet okuyayım... Okuyayım...
  Fakat birdenbire kâğıtlar ve sakallarım görünmez oldu, odam ansızın kararı­vermişti. Başımı kaldırınca önümde senelerdenberi aynı intizamla yanan kandili­min sönmüş olduğunu gördüm.. Hiç bir rüzgâr ve hareket olmadığına göre yağı­nın bitmiş olması lâzımdı. Lâkin elime alıp bakınca yağının dolu ve kandilinin kusursuz olduğunu gördüm. Hazinesinde bir delik, buğazında bir sakatlık yoktu...
  Benim farkına varamadığım bir rüz­gâra hamlederek tekrar yakmak istedim, fakat hayret, yanmıyordu... Yaklaştırdığım alevler yalnız fitili kızartıyor ve oradan nahoş kokular çıkarıyordu. Alev, sene­lerdenberi devam eden kırmızımtırak alev artık yoktu...
  Hangi sebebin bu ihtiyar şamdanı kararttığını düşünürken kaybolan aleve benziyen bir ışığın kafamın içinde parla­mağa başladığını hissettim... Ve karşımda­ki kandilin arkasında ona benziyen da­ha namütenahi kandiller sıralandığını gör­düm. Kimisi benimki gibi sönmüştü, ve kimisi halâ kırmızı ve sabit bir alevle parlıyordu.
  Fakat arasıra bunlardan biri, hiç bir rüzgâr hiç bir üfleyiş olmadığı halde ya­vaşça kararıveriyorlardı. Ve bu sönük kandillerin bir daha aydınlanması da müm­kün değildi..
  Silkindim, bunu kendime ihtar telekki ettim; artık bulmak istediğim hakikati burada arıyacaktım.
  Yağları çok, fitilleri kusursuz, ve her şeyleri tamam olan kandillerin sebepsiz yere niçin söndüklerini ve kaybolan alev­lerin nereye çekilip gittiklerini bulmalı idim...
  Bunun için aynen kandilimin şeklinde bir bina yaptırarak oraya yerleştim, etra­fımda dolaştığım hissettiğim büyük haki­kate burada kavuşacağımı biliyordum. Şimdi en yakınlarımı bile sokmadığım bu odada, gözlerimi tepedeki camekândan geçirerek yukarılara bakıyor, orada, bir­denbire sönen kandillerin alevlerini arıyorum...»
  Kitabın gayrımuntazam fasılalarla yazılan diğer kısımları bir kazana hapse­dilen buhar gibi cidarlarını tazyik eden bir kafanın, görünmiyen, işitilmiyen ve lemsedilmiyen bir hayaleti takip ediyormuş gibi etrafıma nasıl hamleler yaptığım gös­teriyordu»
  Bataklık kenarlarındaki çürük sazların ratıp ve ekşi kokusunu neşreden kalın sahifeler parmaklarımın altından bahtiyar bir günün saatları gibi süratle geçiyorlardı»
  Ve sebepsiz yere sönen yağ kandille­rinin hazin hikâyelerini bir İbranî pey­gamber huşuuyla okuyordum:
  “Beraber yanmak için imal edilmiş iki tane kandil vardı.» Alevlerini birleş­mek istiyor gibi birbirlerine eğerlerdi» Ve birisinin yetişemediği yeri diğeri aydınla­tırdı.»
  Aralarında ipek kumaşlar gibi kıvrı­lan ve parlıyan ziya huzmeleri gidip gelirdi.
  Okadar müşabih ışıklarla yanarlardı ki etrafa dağıttıkları aydınlığın ayrı yer­lerden geldiğine ihtimal vermek imkân­sızdı»
  Fakat bir gün, yağı çok, fitili muntazam ve hâzinesi sağlam olan bu kandillerin biri, en ümit edilmedik zaman­da yavaşça kararıverdi»
  Titrek bir ışıkla matem etmek istiyen diğeri ise onu takipte gecikmedi.
  ... Ve ben, dört beş tanesi bir arada birçok kandiller daha gördüm, içlerinde harptan çıkmış bir kılıç gibi parlıyan yenileri olduğu gibi, mahzenlerdeki yosun­lu küplere benziyen eskileri de vardı.. Ve büyük kandillerin yanında civciv gibi duran küçükler oynak alevlerle çıtırdıyor­lardı».
  Ve bunlar, adeta ses çıkaran bir şetaretle beraberce yanarlarken aynı hissedilmiyen rüzgâr, hiç bir müşabehet silsi­lesine bakmıyarak hepsini birer birer söndürüverdi»
  Yağları daha bitmemişti yarabbi, da­ha uzun müddet yanabilirlerdi... Ben artık anlamak istiyorum, bu alevleri alıp götü­ren hangi hâkim kudret, hangi mukave­met edilmez sebep, hangi hilkat mantığı­dır?»
  ...Ve ben altından yapılmış yeni ve çok güzel bir kandil gördüm. Usta bir kuyumcu elinden çıktığı, kenarlarını süsliyen göz alıcı tezyinattan belli idi»
  Okadar tatlı bir ziyası vardı ki, kan­dilin parlak madenine su halinde akan bu ışık çıplak omuzlara dökülen kumral saç­ları andırıyordı.
  Ve alevi okadar beyaz, okadar ha­yat doluydu ki, yanacağı müddeti namütenahi ile ifade etmek, onun ömrünü kısalt­mak olurdu.
  Fakat bu da, göz kapakları açıldığı zaman kaybolan bir rüya gibi, kendisine iştiyakla bakanların önünden çekiliverdi.
  Ah... Yanmak istiyen kandilleri sebepsiz yere ve birdenbire söndüren kuv­vet, bu alevi saklıyacak kadar küzel yer­lere malik miydi acaba?..»
  Artık sonlarına yaklaştığım kitabı avucumun arasında sıkıyor, isyandan ve infialden vazgeçerek bir iman ve gönül ifade etmeğe başlıyan satırları kandillerin kızıl ışığına uzanarak okuyordum:
  "Arzularıma yetişebilmek için haricî âlemle alâkamı azaltmak lâzım geldiğini hissediyorum, vücudumda vaki olan her inhidam, kafamda yeni bir parlaklığa yol açıyor...
  Ellerimin titremesi arttı. Fakat ben baktığım şeyleri daha sabit ve muntazam görmeğe başladım. Ah, ey peşinde koştu­ğum hakikat, nihayet seni yakalıyacağım.„
  Diğer sahifeler, gittikçe karışan bir yazıyla şöyle devam ediyordu:
  "Görüyorum... Parlak alevlerin üzerine uzanarak onları alıp götüren siyah eli artık farketmeğe başladım. Yazdığım ya­zıları seçmekte güçlük çeken gözlerim bu alevleri çok uzaklara kadar takip edebi­liyor. Belki yakında onların nereye saklan­dıklarını söyliyebileceğim... Hiç bir şeyleri eksik olmadığı halde birdenbire sönüveren kandilleri hangi kuvvetin kararttığım ve bu alevlerin nereye gittiklerini öğrenmek üzereyim. Ey her tarafımdan yavaş yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik!...„
  Son sahifeye gelmiştim... Burada yazı artık okunmaz bir şekil alıyordu... Cinnete yakın bir merakla gözlerimi büs­bütün yaklaştırdım ve devam ettim :
  "...Gerçe ellerim kımıldamakta güç­lük çekiyor ve gözlerim yazdıklarımı gör­müyor, fakat ne ehemmiyeti var? Artık hakikatin pek yakınındayım... Konacağı dalın etrafında uçan bir kuş gibi başımın üzerinde kanat çarpışlarını duyuyorum...
  Önümde sıralanmış birçok kandiller var, parlak ışıkları birdenbire yokolan zavallı kandiller.
  Onların üzerine doğru uzanan siyah bir heyulâ görüyorum...
  Ve alevler titreşerek hep bir istika­mete uçuyorlar. Fakat nereye gidiyorlar yarabbi ve o heyulanın mahiyeti nedir?...
  Bazan açılır gibi olduğu halde gözle­rimin üzerine tekrar düşen bu perde ne zaman tamamile kalkacak?...
  Lâkin artık bir hakikat âlemi görmek üzere olduğum muhakkak... Gittikçe kuv­veti artan bir ışık bana doğru yaklaşıyor, yaklaşıyor.
  Etrafım gittikçe daha aydınlandı. Ah... işte, işte o kandilleri birdenbire söndü­ren kuvvet!...„
  Eyvah.. Kitap burada bitmişti..
  Okuduğum müddetçe hiç ses çıkarmadan yanımda oturan adama çılgın gibi sarıldım..
  “Söyleyiniz!.. Bu adam niçin yazmamış, niçin devam etmemiş?..»
  Siyah elbiseli adam yavaşça ayağa kalktı, hafiften gelen sesiyle:
  "Bir gün, dedi, onu kalemiyle bu ma­sada ve bu kitabın başında ölü bulmuşlar!...»
  Birdenbire tepemizdeki camları sarsan bir kahkaha attı:
  "Fakat, dedi, yağları çok, fitilleri mü­kemmel, hazineleri kusursuz olan kandil­leri birdenbire ve sebepsiz yere söndüren kuvvet, o âdil ve müşfik kuvvet bu adamın
  mesaisine acıdı; ancak son dakikada bul­duğu ve ifade edemediği büyük sırrın kaybolup gitmesini istemiyerek bu haki­kati onun ahfadında muntazaman devam ettirdi.»
  Kolumdan tutarak yatağa doğru yürü­dü, ve orada bir şikâyete devam etmek istiyorumuş gibi ağzı aralık duran iskeleti gösterdi, kurumuş dalların rüzgârda çıkar­dığı iniltiye benziyen bir sesle:
  “İşte, dedi, ozamandanberi bu adamın neslinden gelen herkes, hiç bir sebep olmadan en parlak zamanlarında böylece sönüverdiler...
  Kadit halindeki başının neresinden çıktığına hayret ettiğim iki damla yaş, gözlerinin derin çukurlarından aşağıya doğru yuvarlanıverdi.
  Kemikten ibaret kolunu onları sümek için kaldırırken oda birdenbire karardı.
  Masanın üzerindeki kandilin kırmızı alevi, hiç küçülmeden ve titremeden yavaşça yokoluvermişti...

9 - şubat 1931
Sabahattin Ali